Yine yağmur başlamıştı. Aslında üç gündür hava
böyleydi. Güneş güzel yüzünü sabahtan gösteriyor sonrasında yerini yağmura
bırakıyordu. Sırasında oturmuş dışarıyı izleyen Arif “Belki o da insanlara
kızıyordur.” diye homurdandı. Arif ‘in bu
halini gören öğretmeni onun yanına geldi ve “ Bir sıkıntın mı var?” diye sordu.
Arif, birkaç gündür derslerde ilgisiz ve düşünceliydi. Başta konuşmak istemeyen
Arif, öğretmenin ısrarı üzerine konuşmaya başladı. Öğretmenim Salı
günü hava güzel diye montumu almadan evden çıktım. Ama sonrasında öyle bir
yağmur başladı ki okul çıkışı servise gidene kadar sırılsıklam oldum. Bir de
ıslanmamak için hızla koşarken su dolu bir çukura bastım, ayaklarım da
ıslanınca iyice üşüdüm. Serviste biraz ısındım neyse ki. Bir ara servis kırmızı
ışıkta durunca kenarda duran birkaç çocuk çekti dikkatimi. Yanımda oturan
Cengiz Abi’ye çocukları işaret edip “Onlar da güneşe aldanmış.” dedim. Cengiz
Abi onların mendil satan mülteci çocuklar olduğunu söyledi. Eve geldiğimde
anneme sordum. Mülteci ne demek, diye. Mülteci: zorunlu olarak yurtlarından
kaçan bazen hoş karşılandıkları bazen istemedikleri ülkelere sığınan
insanlarmış. Çocuklar savaştan, ölüm riskinin yaşama şansından fazla olduğu
botlarla kaçarak hayata tutunmaya çalışıyorlarmış. Bu yağan yağmur başlarına
yağan bombalar kadar canlarını yakmaz ama onlar ısınmak için birbirlerine sokuluyorlardı.
Bazılarının ayağında terlik, bazılarınınsa çorapları bile yok, üşüyorlar
öğretmenim. Onlar okulunda kitaplarını, evinde oyuncaklarını, mahallesinde
arkadaşlarını daha da kötüsü annesini, babasını, kardeşlerini, ömrünü bırakmış
oralarda. Onlara hayatın nefes almaktan ibaret olmadığını yeniden öğretmeliyiz.
Oyunlarımıza katmalıyız onları, elimizdeki çikolatanın yarısını onlarla
paylaşmalıyız. Sevmeyi, sevilmeyi, gülmeyi yeniden öğretmeliyiz. Onlar daha
çocuk öğretmenim. Eğer durmayacaksa başlarına yağmur gibi yağan bombalar, sonu
gelmeyecekse bu zulmün, daha yaşamanın farkına varmadan yaşamına son
verilecekse bebeklerin, anneler evlatsız, evlatlar annesiz kalacaksa, üç kuruş
için küçük çantasına anılarını doldurulup umut arayanlara, can yeleği diye ölüm
yeleği satılacaksa… Her çocuk büyümek için doğar, bu çocuklar artık
büyüyemeyecekse; ben de elimden hiç düşürmediğim kırmızı arabamla bir daha
oynamayayım, pazar günleri bindiğim bisikletime bir daha binmeyeyim, izlerken
kahkahalarla güldüğüm çizgi filme bir daha bakmayayım.
Eğer koskoca dünya,
içlerindeki insanlığın öldüğü bu zalimlere insanlığını hatırlatamayacaksa,
zulüm görenlere şefkat elini uzatıp ayağa kaldıramayacaksa, bu caniliğe son
verilmeyecekse; dursun bu dünya öğretmenim.” Arif’in konuşması bittiğinde
ağlayan sadece kendisi değildi, öğretmeni ve arkadaşları da gözyaşları içinde
dinlemişlerdi Arif’i. Ertesi gün okulda bir yardım kampanyası başlatıldı.
Toplanan yardımla alınan montlar, botlar, kışlık giysiler ihtiyaç sahiplerine
verildi. Yol kenarında mendil satan çocuklara hediyelerini Arif kendisi verdi.
Hayatın yükünü erken omuzlamak zorunda bırakılan bu çocuklar en azından artık
üşümeyeceklerdi. Birkaç gün sonra yağmur durmuştu ama bir yerlerde çocukların
umutlarına, hayallerine, hayatlarına yağan bombalar, aylar geçmesine rağmen
durmamıştı.